Memleketin başka derdi kalmadı da, bir TV dizisini mi konuşacağız demeyin. Diziler, filmler, sanat sepet faaliyetleri, bir takım post modern Cihangir mevzuları filan, kitleleri nasıl etkiliyor ve manipüle ediyor hepimizin malûmu.
Efendim diyorlar ki, cemaatler tarikatlar ve bilumum mütedeyyin tayfa, dizinin kaldırılması için feveran etmişlermiş. Önce dizinin hangi kanalda yayınlandığına baktım, Fox TV. Sonra seküler görünümlü olmasına karşın tradisyonalist akımın Türkiye’deki minik Rene Guenon’larıyla ne kadar masumane ilişkilerde olduklarını bildiğimden, şu “istenmeyen” diziyi, bir de ben izleyeyim dedim. Bakalım bizim Rene Guenon’lar ‘modern dünyanın bunalımı’nı nasıl yansıtmışlardı bize.
En son yazacağım şeyi hemen yazayım. Bu diziyi asla kaldırmayacaklar. Çünkü bu bir sağ gösterip sol vurma operasyonu her zamanki gibi. Toplum mühendisleri buna, ters guard propoganda diyorlar.
Dizinin adıyla başlamak isterim. Kızıl ve goncalar olarak iki sözcük. Kızıl devrimin rengidir. Gonca da gülün açılmamış hali. Demek ki açmayı bekleyen bir devrimi muştulamış bize senarist ve yönetmen. Gül ve bülbül edebiyatta aşk sembolleridir bildiğiniz gibi. Ama tasavvufta aşk, her daim mutlak gerçeğe, yani ancak Tanrı’ya, Allah’a varma noktasında tasvir edilir. Bu goncalar demek ki öyle Kızıl Ordu’yu ve Rus devrimini filan değil, basbayağı dini bir karşı devrimi işaret ediyor. Yine de epik bir ad olduğunu söylemeliyim. Kızıl, ateştendir savaştır, kanı da sembolize eder. Burada Necmettin Erbakan’ın ‘bu geçiş kanlı mı olacak kansız mı?’ sözleri de, aklımda ve hafızamda uçuşanlar arasında.
Neyse… Dizinin ilk bölümünde, üç tip kimlikle tanıştırıldık. Birincisi seküler, eğitimli bir aile, ikincisi depremden kaçıp İstanbul’daki dergâhına sığınan tarikat müridi bir aile, üçüncüsü de çarşaf yerine sıkma baş tabir edilen türbanlı bir imam hatip lisesi öğretmeni. Ki bu bacımız tarikat müridi ailedeki baba figürünün kız kardeşiymiş.
Seküler ailenin babası psikiyatri doktoru ve bir devlet hastanesinde çalışıyor. Eşi de doktor ama artık çalışmıyor. Çünkü çocuğu olmadığı için, genç yaşta bir bebeği evlatlık alıyor. Evlatlık alıyor dediysem, bunlar karı-koca doktor olduklarından, çalıştıkları hastanede ikiz doğum yapan bir kadının ikinci bebeğini cukkalıyorlar. Hastaneden yasa dışı, prosedür dışı, bir bebeği hırsızlamış oluyorlar yani. Ancak bu doktor hanım kızımız çocuğu sevmiyor. Böyle bir takım bunalım ve dengesiz hallere giriyor. Sanki yana yakıla evlat edinen kendisi değilmiş gibi. Hani yazlığı olan tipler eve köpek alır da, yaz sonu kışlığına giderken oraya bir yere bırakır ya, bu kadın o davranışı, evlat edindiği ve yıllarca baktığı kızı için sergiliyor. Ay vallahi tam da Rene Guenon’un modern dünyanın bunalımı dediği türden işler. Şarap içmeler, entel dantel eş dost toplantıları, kocasıyla sürekli tartışmalar, küsmeler, trip atmalar filanlar fistanlar. Evde bir de kocasının babası var. Yaşlı bakıma muhtaç, oksijen tüpleriyle yaşayan keskin bir Kemalist güya. Laf arasında 28 Şubatçı diye bahsedilmiş kendisinden. Tam bir aksi ihtiyar motifiyle bezemiş onu senarist. Algıya gel algıya. Bu seküler ailenin evlatlık olan kızı ise tam bir sosyopat ergen olarak ittirilmiş. Psikiyatri doktoru olan babasının, daha kızına bile bir faydası olmadığı anlatılmaya çalışılmış. Çocuk okul giriş sınavlarına hazırlanıyor ve sürekli odasında test çözüyor ve testi ful çıkaramayınca odadaki eşyaları kırıp döküyor filan. Öyle böyle değil yani. Sözün özü bu seküler aile modelinde baba figürünün devlet hastanesinde hastalarına gösterdiği özverili tavırları dışında elle tutulur düzgün bir özellik hiç yok. İhtiyar büyük babanın ise sürekli olarak bakıcıları kovması, diyalog ayrıntısı olarak işlenmiş.
Gelelim tarikat müridi aileye. İstanbul’a gelişleri otobüs sahnesiyle başlıyor. Kara çarşaflı ana-kız yan yana oturmuş, baba da koridorun diğer tarafında yanlarında. Baba uyurken kız su istiyor. Annesi de muavinden istiyor. O sırada baba uyanıveriyor ve karısına çok kızıyor. Beni uyandırsaydın ben isterdim suyu diyerek o sinirle muavine de sert çıkıyor, beni niye uyandırmadın diye. Ama işte mütedeyyin yüreği dayanmıyor bu ettiğine ve otobüsten inerken muavinden helallik istiyor. Hakkını helâl et, hakkını helâl et… Aaahh ah, dizinin o kısmında içimiz paramparça. Karısını kızını malı sanan ve tek başlarına su bile istemelerine karşı çıkan bu kızıl goncaya anlık bir sempati bile duymamız nasıl da incecik bir hat üzere saplanmış. Hele karısıyla kızı, onların da anne olanı Maksim Gorki’nin Ana karakterinden hallice, kızlarıysa Valentina Tereşkova mübarek. Deha çocuk. Matematikte nasıl uzman nasıl başarılı?! Bu yüzden üçüncü tür, yani türbanlı imamhatip lisesi öğretmeni halası onun imam hatip lisesine gelmesini istiyor. Zira bildiğiniz üzere imam hatip liselerinden mezun olanlar oradan direkt olarak Nasa’ya gidiyorlar ya, o bakımdan. Ana, yani anne dergâha varır varmaz, ‘boş duranı Allah sevmez’ diyerek yol yorgunluğunu filan hiç bahane etmeden kızını da önüne katıp, dergâhın mutfağına giriveriyor. Bir hamur açıyor ki of off… Bütün kadınlar bu beceri karşısında huşu içinde onu izliyor ve gıpta ediyorlar. Dergâh bunları bir eve yerleştiriyor hemen. Ve ev için de bir kira bedeli talep ediyor. Ama bu bedeli mübadeleyle çözelim diyerek onu şoför olarak tarikattan birinin yanına yolluyorlar. Anamız ise hamur açma marifeti sayesinde tereyağlı börekçilik yapan bir tarikat mensubunun işyerine yönlendiriliyor hemen. Ama ilk gün işyeri patronuyla papaz oluyor. Sebep, sattıkları börek kutusunun üzerinde tam tereyağlı yazmasına rağmen böreklere çok az tereyağı konuluyor olması. Ne kadar dürüst, mert, temiz ve dosdoğru bir insan, buradan da bunu anlamış oluyoruz.
Ne çare ki bu ilk iş günü çatışması annemizin işten kovulmasına neden olmuştur. Hem tarikat müridi hem patron olan bir er kişiye diklenmek de neyin nesidir öyle? Geri dönmek istiyorsa özür dilemelidir. Dilersin dilemezsin derken olaylar gelişir.
Tarikat mensubu ailede, annenin karakterize edildiği dürüstlük, mertlik, doğruluk gibi motifler, seküler ailede baba figüründe karakterize edilmiş. Hastane sahnelerinde pek çok ayrıntı var Levent’le ilgili. Devlet hastanelerindeki doktorların aşırı yorulmasıyla, az para kazanıyor olmalarıyla ilgili. Hastasına cahil diyen bir kadın meslektaşını eleştiriyor ve ona hastalarına daha saygılı davranmasını filan söylüyor mesela. Aynı tarikatın şeyhinin Avrupalarda eğitim almış oğlu Cüneyd ile Levent’in yolları hastanede kesişiyor. Terapi sırasında Cüneyd’in yapmış olduğu alıntılardan filan aslında ne kadar bilge okumuş biri olduğunu öğreniyoruz. Ancak ne var ki Cüneyd, medeni kanundur, hukuktur adalettir filan asla tanımıyordur ve babası onu, ‘kuvvetli ilişkileri’ sayesinde oradan çıkartır.
Bu arada Levent’in karısı Almanya’ya doktor olarak gitmek için plan yapıyordur. Evlatlık kızını, sürekli kavga ettiği kocasını evde yatan hasta kayınpederini bırakıp gidecektir. Koca bir bavul vardır kapı ağzında. Tam o sırada imam hatip lisesi öğretmeni hala işten kovulan Meryem’e, Levent’in evinin adresini vermiştir. Ve birinci bölüm sonunda birkaç dakikaya sıkıştırılmış olan ayrıntıyı öğrenip şok oluruz. Nedir? Levent’in evlatlık kızı, aslında Meryem’in kara çarşaflar içindeki matematik dehası kızının ikiz kardeşiymiş. Tabii o esnada Levent’in karısının bavulunu kaptığıyla bir hışım evden çıkması, büyük babanın oksijen tüpünün bitmesi, Meryem’in kızıyla el bir olup büyük babayı kurtarması, iki kızın birbirlerini görüp şok yaşaması filan… Hiç fena değildi görsel anlatım olarak.
Ama ilk söylediğimi yineleyeceğim. Diziyi asla kaldırmayacaklar. Eskiden Yeşilçam, zengin kız fakir erkek aşkıyla sınıfsal barıştırma işini yapardı.
Kızıl Goncalar'ın ilk bölümünde ise seküler ailenin çarpık yönleri, tarikat mensubu ailenin çarpık yönlerine göre çok daha fazla gösterilmiş. Sonraki bölümlerde iş nereye gider bilemem. Şimdilik buram buram proje kokuyor.